Sizin oralar nasıl bilmiyorum, bizim buralarda kış artık bitti. İlkbahar mevsimi ayak seslerini derinden hissettirmeye başladı. İzmir’in meltemi, tomurcuklanan ağaçlar derken, mevsimin değişmesi ile motivasyon ve mental olarak insanlar da değişim geçiriyor. Geçtiğimiz hafta sonu yine böyle günlerden biriydi, eşimle birlikte sıkça yaptığımız şeyi tekrarladık; İzmir köylerinden birini seçip yola çıktık. Böyle durumlarda sabah kahvaltımızı yapmadan çıkıyoruz, ki gideceğimiz köyde günümüze kahvaltı ile başlayalım. Köyün meydanındaki köyün tek kahvesinde oturan köylülere sorduğumuzda, kahvaltı yapılacak yegane yerin köyün kahvesi olduğunu anladık 🙂 Hemen karşıdaki köyün tek fırınından eşim için yeni çıkmış sıcacık ve çıtır çıtır susamlı gevrek, bana da çok sevdiğim taban gevreğinden aldım. Yandaki bakkaldan biraz beyaz peynir, biraz İzmir tulumu, biraz zeytin alıp kahveye geldim, çaylarımızı söyledik.
Köy çocukları bu kadar erken mi kalkıyorlar? Biz daha kahvaltımızı yapmadık, ama onlar köyün meydanındaki boş alanda, her kafadan bir ses çıkararak oynamaya başlamışlardı bile. Bu sırada kendimizi, köylerinde sima olarak yabancı ama kırk yıllık oralıymış gibi davranan bizi gören köylüler ile sıkı bir sohbete dalmış bulduk. “Nereden geliyorsunuz, kimlerdensiniz …” gibi soruları tek tek cevaplarken, çocukların oynadığı taraftan gelen bir sesle irkildim; “Üç korner bir penaltı”.

“Üç korner bir penaltı”…
Bu cümle beni o ortamdan aldı, yıllar yıllar öncesine, çocukluğuma bıraktı. Acaba çocukluğumuzda büyüklerimizden duyduğumuz “iktisat” fikrinin çocukça bir versiyonumuydu bu cümle? Öyle ya, penaltı biriktirme fikri nasıl başka türlü açıklanabilir ki? İnsan beyni gerçekten enteresan! O sırada mis gibi gevrek kokusunun yerini, devre aralarında, hangimizin evi en yakınsa onun annesinin hazırlayıp ellerimize tutuşturduğu, üzerine salça sürülmüş bir dilim ekmeğin kokusu alıverdi. Şansımız varsa, önce Sana yağı, sonra onun üzerine salça sürülürdü. Tüm bunlar birkaç saniye içerisinde kafamda dolaşırken, bir başka şey daha geldi kulağıma;
“Altıda devre, Onikide biter”
İşte, düzine kavramının kafamıza kazındığı o cümle.
Bir durun çocuklar… Burnumda salçalı ekmek kokusu, gözümün önünden akıp giden, komşuannemin bahçesine kaçtığı için dün kestiği plastik top ile sarılmış sağlam plastik toptan yaptığımız “futbol topumuz”… Evet, her çocuk gibi benim de bir “komşuannem” vardı, tek katlı evimizin arka bahçesine bitişik evde oturan, annemin gittiği yerlere beni götüremediği zamanlar emanet ettiği komşu teyzem. Tamam, biraz aksiceydi, ama biz de az yaramaz değildik!
“Topu getiren takımı kurar”
Nedense her mahallede böylesi olurdu, durumları biraz bizden hallice bir ailenin çocuğu ve onun topu. Önce sokağa çıkar, evlerinin önünde, hatta bizim evlerimizin önünde, kendi kendine topuyla oynar, evlerin duvarlarına “şut atardı”, bizim seyretmemize bayılırdı. Bunun zevkini sonuna kadar çıkarıp sıkılınca, insafa gelir, arada sırada topu kazara (!) bizim tarafa doğru atar, birkaç atıştan sonra “topu maça verirdi”. Tabi takımı kendi yapması şartıyla.
“Aldım verdim, bir horoz kestim, kanı bi yana, canı bi yana”
Sıra takım kurmaya geldiğinde, topun sahibi ile seçilen bir kişi biraz uzaklaşır, yüzlerini birbirlerine döner ve yerden kaldırdığı ayağının topuğunu sabit olan diğer ayağının ucuna getirerek sırayla adımlaşırdı. İsteyen taraf tam adım yerine, ayağını 90 derece yan çevirip yarım adım yapabilirdi. Her iki taraf bu adımlama işini aynı anda yaparak birbirlerine giderek yaklaşırlardı. İlk kim ötekinin ayağına basarsa ilk “adam” seçimi o yapardı; “Ali”, diğeri “Ahmet”, “Hasan”… Topun sahibi en az iki “en iyi adamı” kendi takımına seçmezse olmazdı. Karşı taraftan sesler yükselirdi “Sizin takım çok güçlü oldu, olmaz ama”. Hemen yeni takım arkadaşı devreye girerdi “Oolum, taam biz yeneriz”.
“Kale yapmak” için gereken dört tane taş aranmazdı, önceki günkü maçtan sonra bırakıldıkları duvar dibinden alınırdı ve kaleler yapılırdı.
“Ekmek çarpsın taş üstü / Valla taş üstü değil”
Top kale taşına yakın bir yerden geçince ilk tartışma böyle yaşanırdı, ardından devamı gelirdi; “Saylanmaz saylanmaz gol değil”. Tartışma biraz uzarsa rakip takımın en kalender oyuncusu devreye girerdi “Tamam tamam gol”. Hemen onun diğer bir takım arkadaşı devreye girer “Ne gölü kardeşim”, ardından rakip takımın cevvali sözü alırdı “E senin adamın gol diyor!”. Başkalarından değişik sesler de gelirdi “Tamam aga biz sahadan çekiliyoruz”. Eğer gol yiyen takım, topu getiren çocuğun takımıysa “Verin topumu ben gidiyorum” tripleri başlardı. Bu durumda sonuç tatlıya bağlanır (!), gol sayılmazdı 😉 . Bir nevi “brainstorming” yani!
“Abanmak yok, topu patlatan parasını öder”
Abanmak iki nedenle yasaktı; Birincisi, mahallede cam kırmak çok maliyetliydi, ikincisi top patlarsa nasıl alınırdı. Hele ki o top mahallenin gıcığının topuysa. O nedenle abanmak yasaktı, “teknik vurmak” makbuldü.
“Sezai Amcanın arabasının altına kaçan topu alan oyunu başlatır”
Doğup büyüdüğüm, şu an bile neredeyse aynı durumda kalmış mahallemde oturan annemi her hafta sonu ziyaret ediyoruz. Çocukluğumda o sokak bize ne kadar geniş gelirdi. Şimdi arabamızı park edeceğimiz bir metrelik bir yer dahi olmadığı gibi, iki yana park edilirse bırakın arabayı, aradan bisiklet dahi geçemez. O zamanlar sokağımızda bir tek araba vardı, Sezai Amcanın 63 model beyaz “Şavrole İmpala”sı. Araba öyle büyüktü ki, Sezai amcanın arabasında yaşadığına dair efsane, aramızda genel kabul görmüştü.
Sezai Amca titiz adamdı, arabasını her gün yıkardı, afili bir havalı kornası vardı. O arabasıyla sayısız yardımları oldu mahalleye Sezai amcanın, komşu çocuğu Recai’nin doğduğu gece annesini Sezai amca yetiştirmişti hastaneye, kardeşim ateşlendiğinde doktora götürmek için yine Sezai amca ve arabası yetişti imdadımıza, aldığımız ilk siyah-beyaz televizyonu yine Sezai amcanın arabasıyla eve getirdiğimizi hatırlıyorum.
Dört kızından en küçüğü “Güngör” bizim yaşlardaydı. Adının Güngör olması bizim o zamanlar dikkatimizi çekmemişti, sanırım Sezai amca bu sefer erkek bekliyordu 🙂 . Güngör bizim “maç arkadaşımızdı”, iyi ve aranan bir kaleciydi.
Top da sanki hiç başka yer yokmuş gibi hep Sezai amcanın arabasının altına kaçardı. Onun arabasının altına kaçan topu almak biraz yürek isterdi.
“Beşikten atılan gol iki sayılır”
Bizim o zamanlar her galibiyete üç puan uygulamamız yoktu, ama bacak arasından atılan golün ayrı bir değeri vardı. Tabi beşikten gol yiyen kalecinin “folloş” lakabı bir süre onunla birlikte yaşardı, ta ki bir başka folloş çıkana kadar.
“Kaleden kaleye gol olmaz”
Bazen düşünüyorum, FIFA kurallarının belirlendiği kurullarda bizim mahalle arkadaşlarımız mı var diye. O zamanlar, internet yok, televizyon her mahallede en fazla bir tane, bu evrensel futbol kuralını biz nerden biliyorduk?
“Babanın yanında da böyle mi yürüyorsun?”
Frikiklerde karşı takım oyuncusunun üç adım açılma kuralı vardı. Frikiği atacak oyuncu adım sayarken adım açıklığını abartınca bu söylenirdi. Hemen karşı takımdan biri arayı bulur, karşılıklı kabul gören baraj mesafesi belirlenirdi.
Penaltı kime yapıldıysa o kullanır
Bu evrensel kural hiç bozulmazdı. Minyatür kale maçlarda penaltı boş kaleye topuk ile atılırdı. Penaltıyı atacak oyuncu kaleden altı adım sayar, topu o noktaya “diker”, topu arkasına alarak kaleye sırtını döner, önce eğilip bacaklarının arasından kaleye bakar, sonra topuğu ile topa vururdu.
Penaltılarda kaleci değişikliği yapılırsa iki penaltı kullanılırdı, birinci penaltı gol olursa ikincisi atılmazdı.
“Oolum üç kere sektirdim, açılsana”
Kaleci önündeki rakip oyuncunun açılması için elindeki topu üç kere sektirirdi, karşısındaki açılmazsa bu söylenirdi. Bunu söyleten oyuncuya iyi gözle bakılmaz, o evrensel kuralları bilmediğinden uyarı alırdı.
“Ahmeeeet, baban gelecek, hadi”
Akşam hava kararmaya yakın, annelerimizden birinden bu çağrıyı duymasak olmazdı. Bizim “Time table”ımızdaki “kritik eşik” bu andı. Babalarımız geldiğinde bizim evde olmamız gerektiği kuralı hepimiz için geçerliydi. Bu acil durumda tüm kurallar iptal olur, yerini “Golü atan kazanır” kuralı alırdı.
Maçların normal süresinden önce bitmesi için bir başka “force majeure” kural daha vardı; topu getiren çocuğun annesinin çağırması. Bu durumda maç biterdi 😥
“Hayatım, burda mısın?”
Tahmin edeceğiniz gibi bu, çocukluğumda duyabileceğim bir terim olmamalı. Eşimin bu şekilde seslenmesi ile kendime geldim ve köy kahvesini işleten kahvecinin “Abi, tazeleyeyim mi?” sorusuyla, çayımın soğuduğunu farkettim.

Uzun bir süre köy meydanındaki çocukların oyunlarını izlerken, bir yandan da şehirde, beton yığınları arasında yetişen nesli düşündüm. Odalarında, sayısını ebeveynlerinin bile bilmediği, pahalı ve çeşitli oyuncaklarıyla acaba ne kadar mutluydular?
Eskiden çalışmış olduğum Türkiye’nin en köklü şirketlerinden birinin sahibinin torunu olan yöneticimle bulunduğum bir yemekte, onun şu cümlesi hiç aklımdan gitmeyecek: “Biliyor musunuz arkadaşlar, ben hiç okul çantamı kendim taşıyamadım, okuluma hiç kendim yayan gidemedim!”.
Şükür ki, ben bunları yapmışım!
Bizim maçlarımızda hakem yoktu, buna gerek de yoktu. Ne yapar eder, bir şekilde anlaşmanın bir yolunu bulurduk, dövüşmeden, kavga etmeden ve küsmeden. En uzun küslüğümüz, ertesi günkü maça kadardı.
O zamanlardaki arkadaşlarımın tamamına yakını şimdi iyi bir iş sahibi, iyi aileleri var, benim gibi.
Mutlaka sizin de bu evrensel kurallara ekleyecekleriniz vardır, aşağıdaki “Yorumlar” kısmından benimle paylaşır mısınız?
Saygılar.